Filistinli çocukların sesi Hollywood'a ulaşmıyor mu?





Filistinli çocukların sesi Hollywood'a ulaşmıyor mu? 

Günışığı Aylık Hukuk Dergisi
Nisan 2003 Sayı 2
Av. Anıt Baba



Küçüklüğümden beri Nazilerin İkinci Dünya Savaşı esnasında yaptıkları Yahudi soykırımı üzerine sayısız film izledim, birçok kitap okudum. Bunlar içinde beni en çok etkileyeni, lise yıllarında arkadaşlarımla okuldan kaçarak izlediğim “Sıradan Faşizm” adlı belgesel film olmuştu. O günü hiç unutamam. Film bitip de dışarıya çıktığımızda arkadaşlarımla uzun süre konuşamamış, Nazilerin insanlığa karşı işledikleri suçların vahşeti karşısında öfke ve nedendir bilinmez utanç içinde ağlamaklı bir ifade ile uzunca bir süre sessizce yürümüştük Ankara sokaklarında. Nazilerin yaşattıkları tüm o vahşetin içinde bizi belki de en çok etkileyeni savunma olanakları tümüyle ellerinden alınmış Yahudilerin kurbanlık koyun gibi katledilmesiydi. Auschwitz Toplama Kampındaki ranzalarından fotoğraf makinesinin vizörü aracılığıyla doğrudan bizim insanlığımıza bakan ve o yıllarda henüz hayatta olmayan bizleri bile haklı olarak suçlayan o masum kurbanların gözlerini bugün bile unutamam. Yine “Holokost” adlı belgesel romanı okurken, kurbanlık koyun gibi katledilmektense Alman ordusu ile çarpışarak ölmeyi seçen az sayıda çoğu komünist Yahudinin, Varşova gettosu direnişinde Nazi SS birliklerine postu olabildiğince pahalı satmalarını dilediğimi de acı bir gülümseme ile anımsarım ama... 

Evet söylemem lazım ki, son yıllarda Filistin'de, İsrail devletinin baskı ve terörünün artması ve Filistin halkının her gün yeni katliamlarla karşı karşıya bırakılmasıyla eş zamanlı olarak, artan sayıda Yahudi soykırımı konulu Hollywood filmi vizyona girmeye başladıkça içimde farklı duygular uyanmaya başladı. Zira aradan geçen uzun yıllar içinde roller değişmiş katliamların tertiplendiği Polonya'daki Auschwitz toplama kampının yerini Beyrut'taki Sabra ve Şatilla kampları ile Batı Şeria’daki Cenin mülteci kampı almış, Varşova gettosunun daha büyüğü ise milyonlarca Filistinlinin tel örgüler ve yüksek duvarlar içinde her türlü insani yaşam koşullarından mahrum olarak yaşatıldıkları ve şimdilerde sık sık İsrail F-16'larınca bombalanan Gazze Şeridi’nde kurulmuştu. Bu durum sanatçı duyarlılığına sahip olması gereken Gavrasların, Polanskilerin hala Yahudi soykırımını konu edinen filmler yapmayı tercih ediyor olması olgusunun ne kadar masum olduğunu sorgulamamızı gerekli kılıyor.  Bu açıdan bakıldığında Costa Gavras'ın “Amen”, Roman Polanski'nin “Piyanist” filminin 7. sanat adına ne kadar değerli olduklarının salt estetik parametrelerle değerlendirilmesi önemsiz kalıyor. Yine “Amen” filmindeki dindar SS subayı ile “Piyanist” filmindeki, kendi hayatını kurtarmak için ailesini terk eden Yahudi piyanistin yaşadıkları iddia edilen "trajedilerin" samimiyetinin otopsi masasına yatırılması da gerekli hale gelmiş durumda. Yapılması gereken belki de sadece Hollywood'un ve Avrupa sinemasının "saygın" yönetmenlerinin Filistin'de yaşanan insanlık dramını ısrarla görmezden gelmelerinin altında yatan sebepler üzerine bir miktar düşünmek.

Çok eskiden okuduğum bir kitapta yazar sanat seçiciliktir diyor ve bir sanatçının neyi anlatmayı tercih ettiği kadar, neyi anlatmayı tercih etmediği ile de değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyordu. Gerçekten de bir sanatçının hayat içindeki duruşunu da, çağına nasıl bir tanıklık yaptığını da belirleyen, yapıtını meydana çıkartırken tercihlerinde gizli olan iradenin dışavurumudur. Bu iradi dışavurum, o sanatçının yapıtının estetik boyutunu tamamlayan etik boyutun " değerini" takdir etmekte yararlanabileceğimiz en önemli ölçüttür. Bu açıdan bakıldığında örneğin estetik boyutuyla bir sanat eseri olduğu tartışmasız bir eser olan Dostoyevski'nin "Ecinniler"i, çarlık rejiminin vahşetini sergilemeyi reddettiği (tercih etmediği) ölçüde eksikli ve sanat etiği açısından değersiz bir romandır aynı zamanda. Bir başka örnek verecek olursak, Hollywood'un " dahi çocuğu" Steven Spielberg'in Yahudi soykırımına dair çektiği filmde Schindler isminde " iyi yürekli" Nazi partisi üyesi bir işadamını (ki bu adamın yıllarca fabrikalarında köleleştirilmiş Yahudileri ölünceye kadar çalıştıran ve Nazilerin mutlak yenilgisi ufukta görününce paçasını kurtarmaya çalışan pragmatik bir kişilikten başka bir kimse olmadığını bizzat hala hayatta olan eşi açıklamıştır) başrol karakteri olarak seçmesinde de sanat etiği açısından benzer bir zafiyetten söz edilebilir. Bu filmde gördüğüm bir sahnede mide bulantısına unutamam. Bahsi geçen sahnede, filmin sonlarına doğru Schindler tarafından "kurtarılan" ve bir çayırlıkta dinlenmekte olan Yahudilerin yanına pejmürde bir kızıl ordu süvarisi elinde bir borazan olduğu halde gelir ve gayet bozuk telaffuzlu bir İngilizce ile "Sovyet Kızılordusu tarafından kurtarıldınız" der. Bu öylesine ironik bir enstantaneydi ki, hem ekrandaki Yahudiler hem de kendilerine çarpıtılmış ve etik olmayan tercihlerle şekillendirilmiş sözde bir gerçeklik sunulan sinema salonundaki izleyiciler kahkahayı basmıştı. Oysa benim midem bulanmıştı çünkü Nazileri bozguna uğratarak o filmdeki Yahudileri gerçekte kurtaran, örneğin sadece Kursk Meydan Savaşı'nda dile kolay beşyüz bin evladını kaybeden Sovyet Kızıl ordusu varolmasa ve Alman ordusunu Berlin'e doğru kovalıyor olmasaydı hiçbir Schindler, o Yahudileri ne “kurtarabilir”, hatta ne de bunu aklından geçirirdi. 

Meseleye bir başka açıdan, Hollywood sinemasının başlı başına tekelci bir endüstri haline dönüşmüş olması olgusundan yaklaşıldığında ise, Yahudi soykırımına ilişkin filmlerin son yıllarda tekrar popüler hale gelmesinde rastlantının rolünün olmadığı açıkça görülecektir. Zira bu aşamaya gelmiş Hollywood film endüstrisi (ve onunla rekabet etmeye çalışan Avrupa sineması) filme çekilecek senaryoların seçiminde batının (yoksa kuzeyin mi demeli) çıkarlarını merkeze alan bir yaklaşım içindedir ve işini asla şansa bırakmaz. Günümüzde film endüstrisi sanatsal kaygılarla değil kapitalist dünyanın ticari ve politik kaygılarıyla hareket etmektedir. Rockyler Rambolar ve daha niceleri ne tür bir politik amaç güdüldüğüne dair örnek olarak verilebilir. Öte yandan yeni filmler aracılığıyla tüketim kültürü ve bireyci ideoloji pompalanıp durmaktadır. Kısacası sinema endüstrisi başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin değerlerini yeniden üreten ve onların çıkarlarını tüm bir dünyanın çıkarları gibi gösteren ideolojik bir aygıta dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda bu ülkelerin Filistin-İsrail sorunundaki çıkarları ne ise, onların film endüstrileri de bunu meşrulaştıracak ideolojik bir salgı üretecektir. Bu nedenledir ki başrol kahramanı Filistin'de kameralar önünde bir duvar dibinde kurşuna dizilen o küçücük çocuk olan bir Hollywood filmi izlememiz olanaksızdır. Hatta geçenlerde İsrail buldozerinin ezerek katlettiği 23 yaşındaki ABD'li barış eylemcisi genç kızın öyküsü bile, Hollywood açısından tüm artılarına rağmen (genç kızın Amerikalı ve beyaz olması gibi) filme çekilmeyecektir. Buna karşın Yahudilerin tarihte çok acılar çektiklerini işleyen ve insanlığın geri kalanını onlara borçlu gösteren, bu hali ile de günümüzde yaşanan Filistin sorununda objektif bakabilmeyi güçleştiren çok sayıda film hala vizyondadır ve emin olun ki yenileri için senaryolar yazılmaktadır.

Evet Yahudiler tarih boyunca birçok sorunlar yaşadılar. Bunların altında yatan tarihsel sosyal nedenler karmaşık ve çeşitlidir. Ama karmaşık olmayan şudur ki, geçmişte ne yaşamış olurlarsa olsunlar, İsrail Yahudileri günümüzde haksız bir işgalin acımasız ve zalim sürdürücüleri konumundadırlar. Onların bu konumunu sergilemek yerine ısrarla geçmiş acılara referansla filmler çeken ve böylelikle bugünün acılarının katmerleşmesine bilerek veya bilmeden katkı koyanlar, sanat tarihinin kendilerinden onurlu sanatçılar olarak bahsetmeyeceğini iyi bilmelidirler.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İngiliz Haklar Bildirgesi (Dilekçesi) (1628) (Petition of Rights)

Çocuk Hakları

İlk İnsan Hakları Belgesi: Cyrus (Kiros) Silindiri