20. Yüzyılda İnsan Hakları Mücadeleleri

20. Yüzyılda İnsan Hakları Mücadeleleri

20. yüzyılın önde gelen insan hakları savunucularından Martin Luther King

Magna Carta (1215), İngiliz Haklar Kanunu (1689) Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789) ve Amerikan Anayasası ve Haklar Bildirgesi (1791) gününüzün birçok insan hakları belgesinin yazılı öncülleridir. Ne var ki bu belgelerin birçoğu hayata geçirilirken kadınları, derilerinin rengi farklı olanları, çeşitli sosyal, dini, ekonomik ve politik grupları dışarıda bırakılabilmiştir. Buna rağmen Dünyanın her yerinde ezilen insanlar, kurtuluşları için yürüttükleri mücadelede bu prensiplerden güç almıştır.

Çağdaş uluslararası insan hakları hukukunun ve Birleşmiş Milletlerin (BM) kuruluşunun önemli bir tarihsel geçmişi vardır. 19. yüzyılda köle ticaretinin önlenmesi çabaları ve savaşların yarattığı felaketlerin sınırlandırılmaya çalışılması başlıca örneklerdir. Bu bağlamda, 1919 yılında Avrupa’da, özellikle de 1917’de Rusya’da gelişen işçi ayaklanma ve devrimleri ertesinde, işçilerin sağlık ve iş güvenliği hakları dahil olmak üzere çeşitli haklarına saygı gösterilmesinin sağlanması için kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ayrıca anılmalıdır. Yine bir diğer örnek Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti tarafından yürütülen azınlıkların korunması gayretleridir. Ne var ki, uluslararası barış ve işbirliğinin korunması için Avrupa'nın muzaffer müttefikleri tarafından kurulan bu örgütlenme hiçbir zaman hedeflerine ulaşamamıştır. ABD’nin katılmayı reddetmesi ve Milletler Cemiyeti’nin Japonya’nın Çin ile Mançurya’yı işgal etmesini (1931) ve İtalya’nın Etiyopya’ya saldırmasını (1935) önleyememesi nedeni ile bu organizasyon kadük olmuştur. Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’nın şafağında 1939 yılında feshedilmiştir.   

Bununla birlikte birçok özgün sivil haklar ve insan hakları hareketleri derin toplumsal değişiklerin gerçekleşmesinde etkili olmuşlardır. İşçi sendikaları yürüttükleri mücadelelerle işçiler için grev hakkını tanıyan, asgari çalışma ve ücret koşullarını sağlayan, çocuk işçiliğini yasaklayan veya düzene sokan, çalışma saatlerini sınırlayarak sekiz saatlik işgününü dünyanın birçok ülkesi için standart işgünü haline getiren yasaları çıkartmayı başarmışlardır. Kadın hakları hareketleri kadınlar için seçme ve seçilme hakkı başta olma üzere kadının toplumsal statüsünü güçlendiren birçok hakkı elde etmesine öncülük etmiştir. Ulusal Kurtuluş hareketleri birçok ülkedeki kolonyalist güçleri bu ülkelerden çıkarabilmiştir. Bunun en etkili örneklerinden birisi de pasif direnişi düstur edinen Mahatma Gandhi’nin manevi önderliğinde Hindistan’ın İngiliz boyunduruğundan kurtuluşudur. Uzun bir tarih boyunca baskı altında tutulan ırksal ve dini azınlıkların haklarını savunan hareketler de, bu azınlıkların toplumsal eşitlik yönünde büyük kazanımlar elde etmelerine öncülük etmiştir. Bunlar arasında önemli liderlerinden biri de, bir suikast sonucu, hayatını bu mücadele uğrunda kaybeden Martin Luther King olan Amerikan Sivil Haklar Hareketi’ni özellikle saymak gerekir.

1961 yılında ise avukat, gazeteci, yazar ve diğer mesleklerden insanlardan oluşan bir grup, Portekizli iki üniversite öğrencisinin bir barda sadece kadehlerini “özgürlüğe” kaldırmaları nedeniyle dönemin faşist diktatörlüğü tarafından yirmi sene hapis cezasına çarptırılmalarından dehşete kapılır ve öfkelenirler. Bir şeyler yapma ihtiyacı duyarlar. Bu şekilde Appeal for Amnesty (Af Başvurusu) adıyla bir oluşum meydana getirirler. İlk başvuru 28 Mayıs 1961’de bir Londra Gazetesi’nde yayınlanır. Bu başvuruda altı değişik ülkeden hepsi de farklı politik ve dini inançlarını barışçı bir şekilde ifade ettikleri halde hapsedilen “fikir suçlularının” öyküleri anlatılır ve tüm hükümetlerden böylesi mahkumları derhal serbest bırakmaları talep edilir. Basit bir eylem planıdır söz konusu olan, herkes bu mahkumlar ve onlar gibi sadece düşüncelerini barışçıl bir şekilde ifade ettikleri için hapsedilen kim varsa onlar için, tamamen tarafsız, partizan olmayan af başvuruları yapmaya davet edilir. 

Bu davete verilen yanıt herkesin beklediğinden büyük olur. Başvurular çığ gibi yağar ve bir senenin sonunda bugün Uluslararası Af Örgütü (Amnesty İnternational) olarak bilinen yeni bir insan hakları örgütü ve yeni modern bir insan hakları hareketi doğmuş olur.

Modern insan hakları hareketi yeni ilkeler icat etmemiştir. O kendinden önceki hareketlerden özellikle politik ideolojiler ile partizanlığı tamamen reddetmesiyle ve ideolojileri ne olursa olsun her yerdeki hükümetlerden kendi yurttaşlarına yönelik eylem ve tutumlarında insan haklarının temel bazı prensiplerine uymalarını talep etmesiyle farklılaşıyordu.  Bu yeni insan hakları hareketine katılan büyük kitleyi oluşturanların önemli kısmı o güne değin aktif politikanın içinde olmayan, politik hareketlere katılmamış, hatta pek çoğu ideolojik bir motivasyona hiçbir zaman sahip olmamış bireylerden oluşuyordu. Bu insanların “mükemmel bir toplum” veya mükemmel bir yönetim oluşturma kaygısı da yoktu.  Onlar sadece, herhangi bir hükümetin tek suçları resmi görüşten farklı düşünmek ve bu düşüncelerini toplum içinde açıklamak olan insanları hapse atma, onlara işkence yapma ve hatta kimi zaman bu insanları öldürme cüretini göstermesi karşısında çileden çıkmış kimselerdi. Kendilerini eleştiren birçoklarına göre biraz naifçe hükümetlere mektuplar yazıyor ve kötü muamelelerde bulunan hükümetleri vazgeçirme veya utandırma umuduyla, bu insanların içinde bulundukları kötü durumları kamuoyuna duyuruyorlardı.

Birçok benzeri hareketler gibi modern insan hakları hareketinin de ilk yılları sıkıntılıydı. “Af Başvurusu”  "Appeal for Amnesty", 1961 yılında sadece başlangıç düzeyinde ilkel bir organizasyona sahipti. Bugünkü adıyla “Uluslararası Af Örgütü” yanlışlardan ders çıkararak kendi yapısını inşa edebildi. İlk dönemde, kurum çalışanları herhangi bir gözetim mekanizması olmadan çalışıyorlardı ve bu yüzden organizasyonun mali kaynakları israf edildi. Bu durum katı bir mali hesap verebilirlik uygulamasına yol açtı. Yine kimi erken dönem kurum çalışanı üyeler ve kurum gönüllüleri kendi ülkelerindeki insan hakları ihlalleri üzerinde çalışırken partizan bir politik tutum sergilemeye başladılar. Bu durum Uluslararası Af Örgütü’nde, üyelerin kendi ülkelerindeki hak ihlalleri üzerinde çalışmasının kendilerinden talep edilmemesi ve hatta buna izin verilmemesi ilkesinin geliştirilmesine neden oldu. Ayrıca kurumun ilk dönem kampanyalarından birçoğu, kimi mahkumlarla ilgili kuruma yanlış bilgilendirme yapıldığı için başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yüzden vakalar hakkında çok detaylı inceleme yapan bir araştırma bölümü kuruldu ve “düşünce suçlularının” başvuruları bu bölümün inceleme raporlarına göre onaylanmaya başlandı.  

Uluslararası Af Örgütü’nün bu süreçten kendince çıkardığı ders –birçokları tarafından onun ayırt edici karakteri olarak da görülen- neyi en iyi biliyorsa onu yapmak ve bu çerçevenin dışına çıkmamak yaklaşımında sabitlenmek oldu. Uluslararası Af Örgütü birçok insanın, insan hakkı kaygısı taşıdığı kimi konularda –örneğin kürtaj gibi- herhangi bir tutum takınmadı ve hiçbir hükümeti salt ideolojisinden ötürü olumlamadı veya kınamadı. Tüm politik mahkumların adil yargılanmasını sağlamak için çalışmasına karşın, her ne sebeple olursa olsun şiddete bulaşmış veya şiddeti savunmuş hiç kimseyi de düşünce suçlusu olarak bireysel vaka bağlamında takip etmedi. Çok nadir olarak insan hakları ihlallerine dair istatistiki veri yayınladı ve asla bir ülkenin insan hakları karnesini bir diğeri ile kıyaslamadı. Mahkumlarla bireysel vakalar olarak ilgilenmeye ve işkence, ölüm cezası gibi belirli uygulamaların son bulması için çalışmalar yapmaya odaklandı. 

Birçok insan bu yaklaşımı çok kısıtlayıcı buldu. Özellikle Uluslararası Af Örgütü, Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid Rejimi’ne karşı şiddet yoluyla yürütülen mücadeleyi desteklediği için Nelson Mandela’nın adını başvurusu kabul edilmiş mahkumlar listesinden düşürdüğünde birçok demokrasi yanlısı büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Bu hayal kırıklığı Uluslararası Af Örgütü kimi insan hakları ihlalleri doğalarına içkin olan baskıcı yönetimleri örneğin İspanya’daki Franco Diktatörlüğü’nü rejimlerinden ötürü genel manada kınamadığı için bazı insanlar açısından daha da derinleşti. İnsan hakkı savunucularının bir bölümü, insan haklarının daha geniş bir alana dayanan eylem perspektifi ile daha iyi savunulabileceğini düşünmeye başladı. 

Yıllar geçtikçe bu kaygı ve eleştirilerin bir sonucu olarak çerçeveleri Uluslararası Af Örgütü’nden oldukça farklı değişik insan hakları grupları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar arasında sonradan birleşerek İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch) adını alacak gruplar da vardı. Bu gruplardan ilki 1978 yılında birkaç Rus insan hakları aktivisti tarafından Sovyetler Birliği’nin Helsinki Anlaşması’na uyumunu izlemek için kurulan Helsinki İzleme Komitesi’ydi. Yerel insan hakları izleme komitelerinin birçoğu özellikle Sovyet bloğunda faaliyet gösterenler birçok sıkıntılar yaşadı. Bunların üyeleri arasında gözaltına alınanlar, tutuklananlar oldu.

1970’li yılların diğer bazı öne çıkan yerel insan hakları grupları askeri darbe sonrası Şili’de (1973), işgal sonrası Doğu Timor’da (1975) kurulanlar vardı. Onları Çin Demokrasi Duvarı Hareketi (Chinese Democracy Wall Movement) (1979) takip etti.

1980’li ve 1990’lı yılların adından en çok söz ettiren insan hakları mücadelesi ise belki de Türkiye’deydi. 1980 askeri darbesi ve dört yıl sonra Kürt sorununun çözülememesi nedeniyle başlayan düşük yoğunluklu ama çok uzun bir sürece yayılan iç çatışmalar nedeniyle adeta patlama yapan insan hakları ihlalleri ile mücadele etmek için biraraya gelen bir grup insan hakları savunucusu tarafından kurulan İnsan Hakları Derneği (1986) kısa sürede büyük bir etkinliğe ulaştı. Ne var ki bu derneğin üye ve yöneticilerinin birçoğu da aynı süratle insan hakları ihlallerinin mağdurları haline geldiler. Çok sayıda İHD üyesi gözaltına alındı, tutuklandı, hüküm giydi, işkence gördü, saldırıya uğradı hatta özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, bu saldırılarda hayatını kaybedenler oldu.  

Dünya çapında faaliyet gösteren insan hakları grupları arasında felsefe, odaklanılacak alanlar ve izlenecek taktikler konusunda farklılıklar olmasına rağmen yine de bu gruplar, görece benzer kaygılara sahip oldukları ve hemen hemen aynı insan hakları terminolojisini kullandıkları için belli bir etkileşim ve iletişim içinde oldular. Hatta bazı insan hakları aktivistleri aynı anda bu gruplardan birden fazlasına üye de oldular.

İnsan Hakları hareketinin özellikle de Uluslararası Af Örgütü’nün itibarı 70’li yıllar boyunca sürekli arttı. Uluslararası Af Örgütü bir STK olmasına rağmen Birleşmiş Milletler’de daimi gözlemci statüsü elde etti. Bu kuruluşun raporları dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin dışişleri bakanlığı teşkilatlarında zorunlu olarak okunan materyaller arsına girdi. Basın açıklamaları, ilgili hükümetler önerileri göz ardı ettiğinde bile, saygılı bir ilgi ile karşılandı. Nihayetinde 1977 yılında Nobel Barış Ödülü, Uluslararası Af Örgütü’ne verildi.

Ne var ki, Nobel Barış Ödülü hükümetleri pek de etkilemedi. Bu ödülü aldığı yıl Arjantin Uluslararası Af Örgütü’nü ülkesini karıştırmak isteyen KGB’nin cephe örgütü olarak ilan etti. Talihin garip bir cilvesi olarak aynı hafta içinde bu kez Sovyetler Birliği, Uluslararası Af Örgütü’nü CIA tarafından yönlendirilen maşa bir örgüt olarak tanımladı. İleriki yıllarda insan hakları ile ilgili sorunlar yaşayan hemen her hükümet kendi ülkesindeki insan hakları hareketlerini gözden düşürmek için benzeri suçlamalar yöneltmeyi bir savunma mekanizması olarak gördü ve bu yola sıklıkla başvuruldu.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İngiliz Haklar Bildirgesi (Dilekçesi) (1628) (Petition of Rights)

Çocuk Hakları

İlk İnsan Hakları Belgesi: Cyrus (Kiros) Silindiri